Zihnimin sakinlerini dinliyorum
Aramızda insanlığı Tanrılaştırmaya sürükleyen bir kesim bulunmaktadır. Duygular öncekiler gibi gerçekçi değil. Yaklaşımlar keza öyle. Örnek verecek olursam, insanlar iradelerini çok yüceltirler ve bu da insanın duygularına yön verebilme kabiliyetine eriştiğini sanmasını sağlar ki bu da insanın kendinde Tanrılaştırma olgusuna girişmesini sağlar.
İnsan öz sahibinin yaratan olduğunu aklından ve gönlünden çıkartırsa yönünde sapmalar olacaktır. Devamlı kendini yüceltme eğilimden yoksun kalmama adına duygular içinde süreçler yaşamaya başlar.
Önceliğimiz, varlığımıza can ve yaşam enjekte eden bir gücün varlığına kendimizi inandırmamızdır. Tabiat bize yaşam enerjimizin gerçek yüzünü sunmakla birlikte daha dirayetli ve kutsal değerlerin kıymetini aşılar.
Mühim olan kutsal kitabın hazinesinde yatan anlamlar, dualar değildir. İnsanın önce insan kalmayı başarabilmesi gereklidir. Neticede kayba uğrayan her insan, insanlığını aramak için başka insanların hayatlarına misafir olur ya da misafir ederler. Uğradığından veya uğrayanlardan eksik yanlarının parçalarını gizli saklı alarak yama misali üzerine diker. Onlarca, yüzlerce veya binlerce insanlardan temin ettiği eksikliklerden yeni bir '' kimlik '' oluşturmuş olur. Herkesi taşıyan o insan, kaybının eksikliğini gideremediğini anladığında, anlamsızlığa soyunur. Yeni bir oluşum için kimlik yıkımına girer.
Yazının nasıl bir konuya evirileceğini inanın bilmiyorum. Sadece yazmanın iyi geleceğine inanarak zihnimin sakinlerini dinlemek istiyorum. Başının sonuyla alakası olmadığı gibi bazı cümlelerin de diğer cümlelerle pek bağlantısı olmayabilir.
Adını günlerce düşünsek bulamayacağımız bir mahallenin en ücra köşesinde yıkılmaya ramak kalmış apartmanın son katında oturan ve yakın zaman önce yakınlarını kaybeden orta yaşlı insanın yüreğini saran yangınların sıcaklığı kış mevsimini ısıtabilirdi. Yine o insan sebat göstererek acısını sonuna değin gözyaşlarıyla söndürmek için geçmişini hüzünlü bir eksiklikle gözlerinin önüne getirdi. Yıkımların bu kadar büyük olmasına rağmen nasıl olur da insanlar ayakta kalabiliyordu? İç haneleri enkaza dönmüş o bedenlerin dış duvarları nasıl adım atıp ileriye doğru gidebiliyordu?
Sevdiklerinin kaybını yaşamayan birisi olarak bu konunun derinliğine ulaşmak istesem de yapamıyorum. Önümde hüzünlü anılar beliriyor. Benimde hüzünlü anılarım var fakat bunlar bildiğim hüzünler değildi. Daha ağır daha sancılı ve en önemlisi de daha metanetli...
Başımı önüme eğiyor, elimi göğsüme bastırıp saygınlığımı sunuyor ardıma dönmeden iki adım geri gidip sonrasında önüme dönüp gözyaşları eşliğinde uzaklaşıyorum.
İnsan erişmek istiyor... İnsan o hüzünleri taşıyıcısı olmak istiyor... Çünkü diğer hüzünlere benzemiyorlar... Orada sessizlik hakim. Her harf, her tını, her nefes sessizlik yemini etmiş gibi ruhani bakışlarıyla hislerini etrafa saçıyorlar.
Ağlamam da o yüzdendir. Etrafa saçılan bakışların sadece bir tanesi gövdeme mili santimlik hançerin ucunu değdirdi. Kemiklerim titriyor...
Mesela bir insanı kırmanın suç sayılması gerekir. Zira kırılan insanın istemsizce hayatına geri devam etmesi o kırıldığı şeyin unutulmasını sağlamaz aksine onun sürekli karşısına çıkmasına neden olur. İnsanın en büyük silahı dilidir. Yer yüzünde binlerce dil doğup ölmüştür. Her dil kendi insanının gelişimine ve de çöküntüsüne vesile olmuştur. İniş çıkış sergileyen dillerin bir de yabana atılan, görmezden gelinen bir kıyımı vardır. Güzel birkaç kelimenin insan ruhuna iyi geldiğini hepimizi biliriz. Bu yaklaşım her insanın kısa süreli olsa da tattığı bir duyumdur. Sözünü ettiğim bu duygusallık iki avucumuza doldurduğumuz kumun oluşturduğu dağ kadardır. Dokunsan dağılacak, üflesen bozulacak kudrette. Bir de bunun kıyım olanı vardır ki bu her insanın yaşadığı histir. His diyorum çünkü az değil çok kez maruz kaldığımızdan zamanla biçimlenerek kalıplaşmıştır. Bunun yapısı ise kırılan insanlardan oluşan bir dağa benzetebiliriz. Dağın yapısının bozulması avuçlarında tuttukları kum tanelerinin fazlalaşmasıyla mümkündür. Ne yazık ki kum taneleri hepimizin elinden düşmeye devam ettikçe oluşturduğumuz dağ yapımız sertleşiyor.
Toplumsal olarak kıyımların rehavetine kapılmış bulunuyoruz ve zehirleniyoruz. Güzel yiyeceklerin tatları eskisi gibi değil. Yağmur öncesi gökyüzünde raks eden bulutların görkemi eskisi gibi değil. Bir şimşek bir gök gürültüsü sonra şarıl şarıl yağmur. Yere düşen yağmur damlalarının toprakla bütünleştikten sonra ortaya sunduğu o kokular eskisi gibi değil. Toprak yok, çim yok. Ağaçlar yok ediliyor.
Evren, kendi sonlarını getirecek canlıların diğer canlılar karşısındaki hükmünü seyrediyor. Bize asırlar boyu gelecek bu olay evren için bir nefeslik vaktimiz kadardır. Hep yaşayacağız diyedir bunca maruz kaldığımız tatsız şeylerin gün geçtikçe çoğalması. Kadir kıymet bilmediğimiz gibi her şeyin fazlasına tamah ediyoruz.
O sebepten ötürüdür gözlerin doymamasının sonucunda midelerin şişmesi... Doyumsuzuz. Hep bir şeyler olsun istiyoruz ve devamlı yenilik açlığı çekiyoruz.
Kayahan'ın Bir Aşk Hikayesi şarkısı çalmaya başlayınca duygusal olarak kollarımı hayatın boşluğunda kulaç atarcasına ruhumu sürüklemeye çalışıyorum. Ne büyük hikmettir ki varlığını kaybeden ruhun ardında bıraktığı eserlerle sesini her daim bize duyurabiliyor. O yüzdendir ki hepimiz seslerimizi kayıt etmemiz gerekiyor. Hepimizin konuşması gereken şeylerin olduğunu biliyorum. Yazmak bir yere kadar. Yukarıda da sözünü ettiğim gibi dil büyük bir silahtır. Kurşunlarınızı sıkmak için konuşun. Kimilerinin kurşunları boşa gidecek, kimilerinin de tek bir kurşunu binlerce parçaya ayrılacaktır. Kimilerinin de hedefi kendisi olacaktır. Kaybedecek zamanımız çok olacaktır en nihayetinde kaybedilecek bir hayatın içinde '' yaşam '' sürüyoruz. İstiyorum ki arkamızda sesimizi duyuracağımız kulaklar olsun.
Şayet unutulmak istemiyorsanız, konuşun. Hep konuşun, çok konuşun ama kendinizle. İnsanlara bir şeyler anlatmayın. Çünkü herkes herkese bir şeyler anlatıyor. Kimse kendini dinlemiyor. Siz kendinizi dinleyin sonra konuşma sırası size geldiğinde konuşun...
Başımı yastığa koyduğumda düşünmek istediğim şeylerin bir anda aklımdan uzaklaştığına şahit oldum. Çok kez bağırıp çağırsam da arkasına bile bakmadan kola kola verip gidişlerini izledim. Buruk bir sevinçle karşılıyorum bu durumları. Burukluğum kendimi duyamayışım, sevincim de en azından kendi alanımdayım ve görebiliyorum...
Dokunuşun en güzeli gözlerle olanı değil midir? Gözler, insanı ele veren tek gerçekliktir. Gözler bünyesinde parlaklığı ve de hüznü yansıtır. Işığı hiç sönmeyecek dediğimiz insanların bir gün sonra bakışlarının karanlık olduğuna çok kez tanık olmuşuzdur. Bu bizlerde de yaşanmış olabilir.
Günün erken saatinde kalkıp karşı apartmanın kaldırımına oturup yüksek sesle şarkılar söylerdim. Evet hatırlıyorum. Birçok kişi kızardı. Bazıları da duymalarına karşılık tepki göstermezlerdi. Belki de şarkıların duygu geçişlerini hissettiklerinden olabilirdi. Benim şarkıların duygularından henüz haberim yoktu. Şimdiler de o günleri düşününce ezbere bildiğim şarkıları sabırsızlıkla dinlemek isterdim.
Vesselam küçüklüğüm. Senden bir şey istiyorum, daha sesli söyler misin? Belki duyabilirim....
1 Yorum:
sistemler, rahatına düşkün insanın yaşamında bir engeldir. Hem sistemden şikayet ederiz, hem de yaşamı sistemlemeye çalışırız.
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa